bugün

entry'ler (694)

şans

On yıl önce "şans" fenomenini incelemek için ise koyuldum.

Şans olarak ortaya çıkan fırsatları ele alalım mesela; Şanslı diye bilinen insanlar tutarlı / sürekli şekilde bu tür fırsatlara rastlayıveriyorlar, diğerleri ise hiç rastlamıyorlar. Bu şans farkının, acaba o şansın "farkedilmesinden mi" ileri gelip gelmediğini anlayabilmek için bir deney yapmaya karar verdim.

Şanslı ve şansız insan gruplarının ikisine de bir gazete verdim ve gazetenin tamaminde kaç tane fotoğraf olduğunu söylemelerini istedim. Şansız insanlar cevabı vermek için ortalama olarak 2 dakika harcadılar, şanslı insanlar ise saniyeler içinde cevabı buldular. Niye? Çünkü gazetenin ikinci sayfasında koca harflerle "saymayı bırak, bu gazetede 43 tane fotoğraf var" diye bir ibare vardı. Ama şansız insanlar bunu kaçırıyor, şanslı insanlar ise çoğunlukla bunu yakalıyorlardı. Eğlence olsun diye gazetenin ortasına doğru şöyle başka bir mesaj yerleştirdim "saymayı bırak, sadece deneyciye bu mesajı gördüğünü şöyle ve 250 papel kazan". Yine şansızlar bu mesajı çoğunlukla kaçırdı, şanslılar ise yakaladı.

Daha sonra yaptığımız kişilik testleri, şansız insanların daha gergin insanlar olduğunu ortaya çıkardı, ve araştırmalara göre, endişe (anxiety) insanların beklenmeyen şeyleri farketmesini engelliyor. Bunu inceleyen bir diğer deneyde deneklerin bilgisayar ekrandaki bir noktayı takip etmeleri istenmişti. O sırada, hiç uyarı olmadan, ekranın köşelerinde birdenbire bir büyük noktalar gösteriliyordu. Deneklerin neredeyse tamamı bu büyük noktaları farkediyordu.

Sonra aynı deney, ikinci bir grupla tekrar yapıldı, ama bu sefer deneklere ortadaki noktayı takip etmeleri için bir parasal ödül teklif edildi, bu daha çok gerginlik yarattı. Bu grup daha fazla ortadaki noktaya odaklandı ve köşelerdeki büyük noktalar denek grubunun üçte biri tarafından kaçırıldı. Görmek için ne kadar yoğunlaşsalar, o ölçüde daha az görüyorlardı.

Şans fenomeni de aynen böyle işte: şansız insanlar fırsatları kaçırıyorlar çünkü gayet ağır / ciddi bir şekilde başka bir şeye odaklanmakla meşguller. Eğlence partilerine "mükemmel eşi" bulmaya odaklı bir şekilde gidiyorlar, ve arkadaşlık kurmak için fırsatları kaçırıyorlar. Gazetelerde belli / net iş fırsatları bulmak için bakıyorlar, ve diğer uygun olabilecek diğer iş çeşitlerini kaçırıyorlar. Şanslı insanlar daha rahat, daha açık, böylece "sadece aradıkları şey" yerine "gerçekten ne olduğunu" daha rahat görüyorlar.

(bkz: Richard Wiseman) - alıntı

düşündüren öyküler

Bir gün Mecnun çölde Leyla'yı düşünerek gezerken namaz kılan birinin önünden geçer...

Namazı bitiren adam "Ey Mecnun beni görmüyor musun da namaz kılarken önümden geçiyorsun" diye sitem eder.

Mecnun gülümser ve sorar "Ben Leyla'yı düşünürken seni görmedim, Sen Mevla'yı düşünürken beni nasıl gördün?"

apa ofset

Türkiye\'nin ilk ofset matbaası Apa Ofset\'in temelleri 68 yıl önce Babıali\'de atıldı. Dönemin getirdiği bütün zorluklara rağmen işini geliştirip matbaasını Levent\'e taşıyan Mazhar Apa\'nın bu çok sevdiği işine, ailesi de dört elle sarılmış. Bir zamanların butik matbaası Apa Ofset, şimdi içinde birkaç şirketi barındıran Apa Group adını almış ve Levent\'teki 23 katlı bir Plaza\'da idare ediliyor. Matbaa tesisleri ise Hadımköy\'de.

* * *

Apa Ofset\'i Mazhar Apa, 1942 de kurmuş. Yurtdışına gidiyor, ilk matbaa makinesini bir hurdacıdan alıyor, 20 parça şeklinde. Çünkü parası ancak buna yetiyor. Türkiye\'ye getiriyor, nasıl kurulacağına dair bir planı bile yok. Burada bir ekiple birlikte kurmayı başarıyor. Man Ajans\'ın sahibi Eli Acıman\'la çalışıyorlar.
Sonra Babıali\'den Levent\'teki bu yere getiriyor matbaayı.

1969\'da bu araziyi aldığında herkes kendisine, \'Sen deli misin?\' diyor. Buraları tamamen tarlaymış, sadece Eczacıbaşı varmış.

* * *

Mazhar Apa\'dan sonraki jenerasyon işi sürdürmüş ve sirketi butik matbaacılıktan, ticari, büyük bir şirkete dönüştürmüş.

Apa Tasarım diye bir reklam ajansı kurmuş.

Apa Tasarım\'ı kurduktan sonra kendi yayınlarını yapmaya başlamislar. ilk olarak da The Guide istanbul dergisiyle başlanmıs.

*Alinti*

kedi

Hz. Muhammed, Uhud seferinde, ordunun önüne yavrularını emziren bir kedi çıkınca, kedinin başına ezilmemesi için bir nöbetçi dikip koca bir orduyu o kedinin etrafından dolaştırmış. Ve seferden döndüğünde o nöbetçiden kediyi istemiş ve sahiplenerek adını Müezza koymuş. Siyah beyaz bir Habeş kedisiymiş Müezza. Ağzının içinde üst damağında lekeleri varmış. Bu sık rastlanmayan damağında leke olan kedilerin Müezza'nın soyundan geldiği kabul edilir.

Hz. Muhammed, kedisi Müezzayı o kadar çok severmiş ki, Müezza bir gün sedirde oturan Hz. Muhammed'in giysisinin ucunda uyuya kalmış. Her kedi dostu gibi uyuyan bu güzelliğe kıyamayan Hz. Muhammed, Müezzayı uyandırmaktansa giysisinin ucunu usulca keserek kalkmayı tercih etmiş.

Hz. Muhammed, kedisi Müezza içtikten sonra kapta kalan su ile abdest alacakken Sahabe-i Kiram Ebu Nuaym 'Ya Resul o sudan kedi içti' deyince, Resulullah 'Onlar en temiz ağıza sahiptirler.' buyurmuş ve abdest almıştır.

Abdurrahman bin Sahr adlı bir sahabe (Ebu Hureyre) sokakta kalmış kedileri götürür onları yedirir severmiş. Resûl-ü Ekrem Hz. Muhammed'in bundan haberi yokmuş.

Sahabelerden biri bir gün Hz. Muhammed'e söylemiş: ''Pis kedileri toplayıp kulübesinde bakıyor!''

Hz. Muhammed o anda bir şey söylememiş. Ebu Hureyreyi daha sonra sokakta görmüş, bu zât bir kedi yavrusu bulmuş. Hz. Muhammed'e sahabenin söylediğini kendisi de bildiği için Resûl-ü Ekrem bir şey söyler diye, kediyi hemen hırkasının içine saklamış.

Resûllah Hz. Muhammed kendisine, hırkanın altında ne sakladın demiş. Hırkayı açmış küçük bir kedi yavrusu.

Hz. Muhammed yavruyu sevmiş, okşamış, ve o zâta: ''Ebu Hureyre utanma, öğün. Sen kedi babasısın.'' demiş. O günden sonra Abdurrahman bin Sahr'a artık Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in hitap ettiği gibi Ebu Hureyre (Kedi babası) diye hitap edilir . (Buhari: 5, 811). (alinti)

ilk ogrenilen dualar

Allah ım gönlümde olanı hakkımda hayırlı eyle,
Hakkımda hayırlı olanları da gönlüme razı eyle... Hz. Ali

sadaka

(Sa)na (Da) (Ka)lmaz...

hastası olunan sözler

Biz bu zamana ve yere misafiriz.
Geçip gidiyoruz.
Amacımız ; gözlemek, öğrenmek, sevmek ve sonra eve geri dönmek...
(Aborjin atasözü)

izlenmesi gereken belgeseller

zeitgeist - zamanın ruhu

hastası olunan sözler

Sen her sabah uyandığını mı sanıyorsun ?

Uykun o kadar derin ki sadece bedenini yataktan çıkarıyorsun...

galatasaray hakkında unutulanlar bilinmeyenler

GALATASARAY'in Fenerbahce spor klubunun kurulmasini saglayan ve onayak olan spor klubu oldugu unutulan ve bilinmeyen bir gercektir.

* alıntı *

eski galatasaray asbaşkanlarindan avukat haluk uğur sordu:

"bilir misin fenerbahçe niçin kurucusunun adını hiçbir tesisine vermez, özellikle de o çok gurur duyduğu stadına..."

diğer bir sorusu ise

"nasıl olur da, hemen hemen her fenerbahçeli galatasaray'ın kurucusu ali sami yen'i bilir de, nedense fenerbahçe'nin kurucusunun kim olduğunu bilen bir galatasaray'lı bulmak bir yana, bir fenerbahçe'li bile bulmakta zorluk çekersiniz."

haluk uğur'a göre fenerbahçe bile bile kendi tarihini tahrif etmiş bir kulüptür.

bunun sebebi ise, bir galatasaray liseli'nin gerçek kurucuları olmasıdır.

avukat uğur bu hikayeyi rahmetli ali sami yen'in kendi ağzından bir galatasaray kongresinde dinlemiş.

o dönemler galatasaray lisesi'nde öğrenci olan ve galatasaray takımında oynayan galip ismindeki oyuncu, ali sami yen'e galatasaray'a rakip olacak bir türk takımı daha olsa ne kadar iyi olacağını ifade eder.

rahmetli başkanımız da "galip, sen niçin buna ön ayak olmuyorsun?"der ve takımdan ayrılmasına izin verir.

fenerbahçe'nin kurulmasına destek verir.

bu destekle fenerbahçe galip bey öncülüğünde, karşı tarafta kuşdili'nde "sütçü bulgar"ın kulübesi tabir edilen mekanda kurulur.

bir rivayete göre de fenerbahçe'nin sarı lacivertli formasi, galatasaray'ın uğursuz olduğu gerekçesiyle bir daha giymediği sadece bir kere giyilmiş sarı lacivertli formalardır.

galip bey'den fenerbahçe sitelerinin tarihçe bölümlerinde kurucu olarak bahsedilmiyor.

fakat aynı galip (kulaksızoğlu), fenerbahçe resmi sitesinde 1911'de fenerbahçe başkanı olarak görülüyor.

bu konu burada bitmiyor.

galatasaray'ın ilk yurtdışı maçında macaristan'da galatasaray takımında oynayan bir galip bey var.

türk futbolu yurtdışına ilk kez 1911 eylül ayında çıktı.

ve bir türk takımı, avrupa sahalarında ilk maçını 11 eylül 1911 günü, macaristan'ın kolojvar kentinde, bu kentin adını taşıyan kolojvar takımıyla yaptı.

bu türk takımı galatasaray idi.

ahmet robenson, neşet ismet, cevat, hasan, bekir bircan-dalaklı hüseyin, idiris, celal (şehit), galip kulaksızoğlu!!!!, emin bülent serdaroğlu'ndan kurulu galatasaray, türk futbolunun yurtdışındaki bu ilk maçında macar kolojvar'a 5-1 yenildi.

fenerbahçe tarihinden utanıyor mu?

kurucu başkanları olduğunu iddia ettikleri nurizade ziya songülen'i bir kere kabri başında andıklarını duymuş yada görmüş olan var mı?

bir tesiste bu muhterem zat'ın adını gören var mı peki?

bu kadar vefasızlık olur mu? yoksa gerçek kurucuları başkası mı?

ali sami yen'in belirttiği gibi bu kişi galatasaray forması için ter akıtmış galip kulaksızoğlu olabilir mi?

bundan utandıkları için mi bu konunun üzerinde fazla durmaz fenerbahçe?

sakın kimse bu gerçekleri yazıyoruz diye bize kızmasın. biz tarihin yalancısıyız!

alpaslan dikmen

http://www.zekirdek.com/forum/arsiv/t-86512.html

* alıntı *

yeni nesil

Yeni Nesil gercekten muthis...

Suphesiz ki toplum ve aileleri tarafindan farkli dusunmemeleri icin egitim ve sartlanma yollu adeta bir beyin kıyımı yapılsa da, bircogu bambaska bir bakıs acısına sahip olarak degerlendiriyorlar yasami ve her seyi sorgulamaya basliyorlar.

ellerinin ucunda internet ile herseyin gercegine veya en azindan alternatif yonlerine ulasma sanslari var.

http://www.youtube.com/watch?v=6x3lA9VoMNg

Cok guzel bir video...

Izledigimde bunlari dusundurttu bana...

aptallarla tartışma

Don't argue with idiots They'll drag you down to their level and beat you with experience. - Aptallarla tartışma, seni kendi seviyelerine çekerler ve tecrübe ile yenerler.

Izleyin : )

http://www.youtube.com/watch?v=09VCLHmAio0&sns=tw

düşündüren öyküler

adamın arabasının tekeri akıl hastanesinin yanında patlamıştı...

tekeri değiştirirken, talihsiz bir olay oldu ve bijonlar, yerdeki mazgaldan aşağı düştüler...

bijonlar gitmişti, onları düştükleri yerden alması imkansızdı...

çaresiz ne yapacağını düşünürken, duvarın üstünden onu izlemekte olan bir deli ona seslendi:

- ''ne düşünüyorsun kara kara?.. her tekerden birer tane bijon sök ve söktüğün bijonlarla o tekeri yerine tak... en azından bir lastikçiye kadar böyle gidersin...''

***

deli'nin söylediği doğruydu...

adam denileni yaptı ve diğer tekerlerden söktüğü bijonlarla tekeri taktı...

duvarın üstüne dönüp teşekkür etti deliye...

teşekkür ederken bir iltifat etmekten de geri kalmadı...

- ''ben de burada deliler kalıyor zannetmiştim...'' dedi...

deli cevap verdi:

- ''doğru düşündün... deliler kalıyor, aptallar değil!..''

düşündüren öyküler

Kelebeleğin saatler boyu kozasında bir delik açarak, bedenini bu delikten çıkarmak için harcadığı çabayı izliyordu adam...

Bir süre sonra kelebek sanki ilerlemek ve çaba harcamaktan vaz geçiyormuş gibi geldi ona...

Sanki elinden gelen her şeyi yaptığını düşünüyor ve daha fazla yapabileceği bir şey kalmamış gibi davranıyordu...

***

Bunu gören adam kozasından çıkabilmesi için kelebeğe yardım etmeye karar verdi...

Eline küçük bir makas alıp, kozadaki deliği büyütmeye başladı...

Makas kozayı açınca, kelebek kolayca dışarı çıktı...

Fakat bir sorun vardı...

Kozasından erken çıkan kelebeğin bedeni kuru ve küçüktü...

Kanatları ise buruş buruştu...

***

Adam moralini bozmadı...

Bir süre daha izlemeye devam etti kelebeği...

Kanatlarının bir anda açılıp genişleyeceğini ve vücudunu taşımaya başlayacağını umuyordu...

Ne var ki bunların hiçbiri olmadı...

Kanatlar istendiği gibi açılmadı, buruşuk kaldı...

Vücudu hala kuruydu kelebeğin...

Bundan sonraki hayatını kurumuş bir beden ve buruşmuş kanatlarla yerde sürünerek geçireceği belliydi...

Uçamayacaktı artık!..

***

Adamın iyi niyetiyle anlayamadığı şey şuydu:

"Kozanın kısıtlayıcılığını aşmak isteyen kelebek daracık bir delikten çıkmak için gösterdiği çabayla, bedenindeki sıvıyı kanatlarına gönderiyordu...

Kelebek bu sayede, bir taraftan kozayı açarken, diğer taraftan da bu kozayı açarken kanatlarına gelen sıvıyla uçabilecek noktaya geliyordu...

Kozayı açarken harcadığı çaba, aynı zamanda uçmasını da sağlayacaktı..."

iyiliksever adamın makasla kozadaki deliği büyütüp, kelebeği zamanından önce kozadan çıkartınca, kelebeği uçuracak doğal süreç kesintiye uğratmıştı...

Kozadan erken çıkmış, vücudu sıvı salgılayıp, kanatlarına gönderemişti...

Bu müdahaleden dolayı kelebek artık uçamayacaktı...

***

Evrenin kendi koyduğu kuralları ve bir işleyiş düzeni vardır...

Evrenin kurallarına ve işleyişine müdahale ederseniz, bu müdahaleniz sizin ve yakınınızdakilerin zararıyla sonuçlanır...

Evreni siz yönetemezsiniz...

Tersine evrenin aklı sizi yönetir...

Bir bebeğin, anne rahmine düştüğü andan, dünyaya geldiği ana kadar geçen bir süre vardır...

Bu süre geçerken, bebek de annenin karnında şekillenir ve dünyaya uyum sağlayacak hale gelir...

Üç aylıkken doğurmaya kalkarsanız bebeği öldürürsünüz...

Dışardan müdahaleyle kelebeği, kozasından çıkartmaya çalışırsanız, kelebeği sakat bırakırsınız...

düşündüren öyküler

Günlerden bir gün 'Bilge kral', huzuru en iyi şekilde resmedecek sanatçıya büyük bir ödül vereceğini ilan etti...

Yarışmaya çok sanatçı katıldı...

Günlerce çalıştılar, birbirlerinden güzel resimler yapmak için uğraştılar...

Sonunda eserlerini saraya teslim ettiler...

Tablolara bakan kral, iki tabloyu diğerlerinden ayırdı ve üzerlerinde düşünmeye başladı...

Aralarından sadece birini seçecekti... Karar vermesi gerekiyordu...

***

Resimlerden birinde, ''huzur ve sukunet saçan bir göl'' vardı...

Göl bir ayna gibi etrafında yükselen dağların huzurlu görüntüsünü yansıtmaktaydı...

Üs tarafta pamuk beyazı bulutlar gökyüzünü süslüyordu...

Resme kim baktıysa, ressam ''huzuru muhteşem resmetmiş...'' diyordu...

Diğer resimde ise dağlar vardı... Engebeli ve çıplak dağlar...

Üst tarafta öfkeli gökyüzünden şimşek çakıyor, yağmur boşalıyordu...

Dağın eteklerinde köpüklü bir şelale çağıldıyordu...

Kısacası resim hiç de huzur verici bir manzara çizmiyordu...

***

Fakat kral resme baktığında, şelalenin ardındaki kayalıklarda bir çatlak gördü...

Çatlaktan çıkan minnacık bir çalılık vardı...

Çalılığın üzerinde anne kuşun ördüğü kuş yuvası görünmekteydi...

Sertçe akan suyun orta yerinde anne kuş minnacık bir çalılığın arkasında yuvasını koruyordu...

Resmi gören kral, bu resmi yarışmanın birincisi ilan etmeye karar verdi...

Ödülü ona verecekti...

Yakınındakiler bilge krala sordular:

- ''Neden bu resmi seçtiniz kralım ?..

Huzuru esas öteki resim temsil etmiyor mu?..

Bu resimde şimşekler çakıyor, yağmur yağıyor, köpük köpük şelale akıyor...''

- ''Hayır...'' dedi Bilge Kral...

- ''Huzur; hiçbir gürültünün çıkmadığı, sıkıntı ya da zorluğun olmadığı bir yer demek değildir ki...

Tam tersine bütün bunların içinde, yüreğinizin sükun bulabilmesi sanatıdır...

Doğanın bu şiddetli koşullarında bile, gürül gürül akan şelalenin üzerinde kayalıklarda bir minnacık çalılığın arkasına yuvasını yapan anne kuş, yuvasını ve yavrusunu sukunetle koruyor...

O yuvada emek harcanarak sağlanan huzur, durağan sukunetinin sağladığı huzurdan çok daha kıymetli...''

(Yaşar Ateşoğlu'nun Bilgelik Öyküleri kitabından)

madde

Alman Fizik Profesörü Hans Peter Dürr madde ile ilgili soruyu harika aciklamis...

Soru:

Sayın Profesör Dürr madde dediğimiz aslında nedir?

Hans Peter Dürr :

Aslında madde diye bir şey yok; en azından kabullendiğimiz anlamdaki şekli ile mevcud değil.

Sadece bir oluşum var ki, sürekli bir değişim ve canlılıktan oluşmaktadır.

Biz bunu tahayyül etmekte zorlanıyoruz!

Asıl olan, madde bağı olmadan, sebep-sonuç ilişkisi gerçeğidir!.

Biz buna \'RUH\' da diyebiliriz. Öyle bir \'şey\' ki biz bunu ancak spontane yaşayabiliriz, dokunulacak bir şey değildir.

Madde ve Enerji dediğimiz olgu, ancak ikincil olarak ortaya çıkmaktadır...

Bir nevi ağır akışkan, sabitleşmiş RUH şeklinde GiBi.

Albert Einstein\'e göre, madde, enerjinin sadece inceltilmiş şeklidir; temeli ise, daha ince (latif) bir enerji değil; çok daha farklı bir şey, CANLıLıKtır. Bu olguyu bilgisayarlardaki software\'e benzetebiliriz.

PM magazine Mayıs 2007 sayısından...

düşündüren öyküler

Bilge kişi, çölde öğrencileriyle otururken ''Gece ile gündüzü nasıl ayırt edersiniz?..'' diye sormuş...

- ''Tam olarak ne zaman karanlık başlar, ne zaman ortalık aydınlanır?..''

Öğrencilerden biri ''Uzaktaki sürüye bakarım...'' demiş,

''koyunu keçiden ayıramadığım zaman akşam olmuş demektir...''

Başka bir öğrenci söz almış; ''Ben...'' demiş;

- ''incir ağacını zeytin ağacından ayırabildiğimde anlarım ki sabah başlamıştır...''

***

Bilge kişi susup öğrencileri dinliyormuş...

Meraklanan öğrenciler;

''Peki siz ne düşünüyorsunuz Hocam?..'' diye sormuşlar...

Bilge kişi şöyle cevap vermiş:

- ''Yürürken karşıma bir kadın çıktığında güzel mi çirkin mi, siyah mı beyaz mı ayırmadan ona 'kardeşim' dediğimde,

yürürken karşıma çıkan erkeği zengin mi yoksul mu bakmadan milletine, ırkına, dinine aldırmadan dostum ve kardeşim saydığımda

anlarım ki sabah olmuştur, AYDıNLıK başlamıştır...''

john lennon

Hangi yöne gideceğimi bilmeden ilerleyememem ki... John Lennon

düşündüren öyküler

Bir Kızılderili hikayesi...

Yaratıcı bütün hayvanları toplayıp,

''Kendi gerçeklerini kendilerinin yarattığını farkedinceye kadar insanlardan bunu saklamak istiyorum, nereye saklayayım ?'' diye sormuş.

Kartal, ''Bana ver, Ay'a uçurayım''.

Yaratıcı, ''Hayır, birgün oraya gider bulurlar.''

Balık, ''Okyanusun dibine ne dersin ?''

''Olmaz, orada da bulurlar.''

Buffalo, ''Bana ver, büyük ovalara gömeyim.''

''Oraları da kazıp bulurlar.''

''O halde içlerine koy!'' demiş yaşlı köstebek.

''Tamam'', demiş Yaratıcı, ''En son bakacakları yer orasıdır!''

hastası olunan sözler

"Otuz yılı aşmıştır ki ben Hak ile konuşurum, halk ise kendileriyle konuştuğumu sanır..." Cüneyd-i Bağdadi